Sunday, July 22, 2007

YAKIN DÖNEM TARİHİ METODOLOJİSİ


Fatma ACUN

[Bu makale, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 42 (Kasım 1998), 717-756′da yayınlanmıştır. Kaynak gösterilmek kaydıyla kullanılabilir]

Özet

Yakın dönem tarihi, geçmiş dönem tarihinden belirgin farklı özelliklere sahip bir çalışma sahasıdır. Bunun farkında olan tarihçiler, ya dönemden tamamen uzak durarak işi diğer sosyal bilimlere (siyaset bilimleri, sosyoloji, ekonomi vs.) bırakmakta, yada geçmiş dönemlerin çalışma metotlarını yakın döneme uygulamakta, bu durumda da yetersiz kalmaktadır. Günümüz tarihçiliğindeki “bugün için tarih yazma” pragmatik amacını göz önüne alırsak, tarihçilerin tavırlarını değiştirme gerekliliği kendiliğinden ortaya çıkar. Bu makale, tarihi düşünce ve çalışma disiplininin, yakın dönem dünyasına uygulanıp uygulanamayacağı sorusuna cevap aramaktadır. Konu karşılaştırma yoluyla ele alınmış, geçmiş ve yakın dönem tarihi arasındaki farklar yakın dönem tarihçisi, olayları ve kaynakları, ve inceleme metodu bağlamlarında tartışılmıştır. Bu suretle bir yandan, yakın dönem tarihinin, geçmiş tarihten farklı olarak, nitelikleri daha belirgin hale gelirken, diğer yandan, yakın dönemin diğer sahalardan farkı ortaya çıkmıştır. Beliren bir başka nokta da, yakın dönem tarihinin geçici niteliğidir. Bütün bu nitelikler ve farklılıklar, yakın dönemi kendi başına bir çalışma sahası yapmaktadır, fakat bu arada, yakın dönemi çalışmak için diğer sosyal bilimler ile işbirliği gereği hasıl olmuştur. Yakın dönemin kendine has sınırlamaları ile birlikte disiplinler arası bir metotla çalışılabileceği sonucuna varılmıştır.

GİRİŞ

Yabancı dillerden yapılan tercümeler hariç tutulursa, Türkiye’de tarih metodolojisi konusunda çalışmalar maalesef az sayıdadır. Yakın dönem tarihi söz konusu olduğunda ise bunun yokluğa dönüştüğünü söylemek abartılı olmayacaktır. İşte bu makale, bu eksikliği gidermek ve yakın dönem tarihi çalışacak olanlara bir başlangıç noktası sağlamak amacıyla kaleme alınmıştır.[1] Ayrıca ümit ediyoruz ki, makale yakın dönem tarihinin nasıl yazıldığı konusunda bilgi vermek suretiyle, bu dönem tarihi okuyucularının, okudukları eserleri eleştirel gözle değerlendirmelerine yardımcı olacaktır.

Tarih metodolojisinin zaman içinde gelişme ve olgunlaşması bir kaç evrede ele alınabilir. 19. yüzyıla kadar olan ilk evrede, tarih bir olaylar dizisi olarak görülmüş ve geçmişte neler olduğunun bilinmesi ve bunların gelecek nesillere aktarılması, tarihle uğraşmanın asıl amacını oluşturmuştu. 19. yüzyılla birlikte başlayan ikinci evrede, tarihçiler, tarihi olgularla çalışmayı genellikle doyurucu bulmuş ancak, olgular üzerine sorular sorma ve bunlara cevap aramanın gereksiz hatta kötü bir şey olduğunu düşünmüşlerdi. “Tarihteki anlam”ın, tarihte saklı ve kendiliğinden belli olduğuna inanıyor ve bir tarih felsefesine sahip olma gereğini kabul etmiyorlardı. Tarihte olguların başı çekmesine ilk meydan okuma bu yüzyılın sonlarına doğru gerçekleşti ve 20. yüzyıla gelindiğinde, “tarihteki anlam”ın, tarih felsefesi yoluyla kavranılabileceğine inanan bir kısım tarihçiler, tarih ve tarihçinin yaptığı işi temelinden sorgulamaya başladılar. Bu üçüncü ve sonuncu evrede, tarihin ne olduğu, tarihçi ve olguları tartışıldıkça tarihin değişik tanımları yapıldı. Bunlardan en yaygın kabul gören E.H. Carr’ın tanımına göre tarih, “tarihçi ile olguları arasında kesintisiz bir karşılıklı etkileşim süreci, bugün ile geçmiş arasında bitmez bir diyalogdur”.[2] Bu tanıma baktığımızda şu üç unsurun öne çıktığını görüyoruz: 1- Tarihi yazan kişi, yani tarihçi; 2- Tarihin konusu olan olay ve olgular ve bunların kaydedildiği kaynaklar; 3- Tarihçinin olguları (verileri) sorgulamada kullandığı metotlar. Bu çalışma da, bu üç unsur etrafında yapılandırılmıştır.

Makalenin bundan sonraki kısmında bu unsurlardan her biri yakın dönem tarihi açısından ele alınmaktadır. Bu yapılırken, büyük ölçüde yakın dönem tarihi “hakiki” tarih ile karşılaştırılmakta, farklılıkları teşhis etme yoluyla yakın dönem tarihi, tarihçisi, olayları ve kaynaklarının ayırıcı özellikleri daha net olarak ortaya çıkarılmaya çalışılmaktadır. Yakın dönem incelenirken kullanılan metotlara ve bu çerçevede de, bu dönem tarihinin diğer disiplinlerle olan ilişkisine yer verilmektedir. Tarihin diğer sosyal bilimlerle örtüşmesinin en yoğun ve geniş şekilde yakın dönemde gerçekleştiği göz önünde bulundurularak, tarihin kapsadığı alan belirlenmeye çalışılmaktadır. Sonuç kısmında ise yakın dönem tarihinin, tarihin bir türü olarak ne dereceye kadar ve ne şekilde çalışılabileceği hakkında bir değerlendirme yapılmaktadır.

Tabii burada ilk önce ele alınacak temel soru “yakın dönem tarihi deyince ne anlıyoruz?” olacaktır.

YAKIN DÖNEM TARİHİNİN TANIMI

Bu kısımda, yakın dönem tarihinin hangi zaman kesiti ile ilgilendiğini ve bu dönemi diğer dönemlerden ve çalışma sahalarından, özellikle de hakiki tarih[3]3 ve siyaset bilimlerinden, ayıran özelliklerin neler olduğunu tartışılarak, yakın dönem tarihinin kullanılabilir bir tanımı geliştirilmeye çalışacaktır.

Yakın zamanın, şimdiki ve geçmiş zamandan farklı olarak, ne zaman başladığını ve ne zaman bittiğini kesin olarak belirleyebilir miyiz? Bu biraz tartışmalı görünüyor. Yaşlı insanların hatıraları 1930′lu yıllara kadar uzanabilir, fakat üniversitede okuyan bir öğrenci için, II. Dünya Savaşı, kitaplardan öğrendiği tarihtir. Bazı tarihçiler 19. yüzyılın bile tarih adını alamayacak kadar bizden uzak olmadığını söylerken, çağdaş dünya ile ilgilenenler, her çalışmanın yaşadığımız güne kadar uzanması gerektiği görüşündedirler. Bu fikir ayrılıkları, tanımlarda kullanılan farklı kriterlerden doğmaktadır. Örneğin G. Barraclough, yakın dönemi, yeni problemler açısından görür ve günümüz dünyasındaki problemlerin ilk kez ortaya çıktığı zamanda,1890′larda, başlatır.[4] Buna karşın, konuya uygarlıklar açısından yaklaşan F. Braudel’in yakın değil, şimdiki zamanı çok geniştir. Ona göre: “Şimdiki zamanı, kendi hayatımızın ölçeğinde, şu çok ince, önemsiz gündelik zaman dilimleri halinde yargılamayalım. Uygarlıklar ve hatta tüm ortaklaşa inşalar ölçeğinde, onları anlamak ve kavramak için başka ölçüler kullanmak gerekir. Bugünün uygarlığının şimdiki zamanı, şafağı 18. yüzyılda ortaya çıkan ve gecesi henüz yakın olmayan şu muazzam zaman kitlesidir. Dünya 1750′lere doğru çok sayıda uygarlığı ile birlikte bir dizi alt üst oluşun, zincirleme felaketlerin zincirleme felaketlerin (bunlara sadece Batı uygarlığı maruz kalmamıştır) içine girmiştir. Bugün hala bu sürecin içindeyiz”[5]. Braudel in sosyal tarih anlayışının en belirgin özelliklerinden birinin, olayları uzun dönemde incelemek olduğu düşünülürse, iki yüz elli yılı kapsayan şimdiki zaman tanımını yadırgamamak gerekir. Bu tanım aslında, hemen yukarıda verdiğimiz Barraclough’un tanımıyla örtüşmektedir. Bir başka, daha alışılmış tanım ise yakın dönemi tarihçinin yaşadığı dönem olarak belirler.

Bu noktada tarihçiler için çok önemli olan, fakat o ölçüde üzerinde çok az veya hiç durmadıkları zaman konusuna değinmek gerekiyor. İnsanların zaman kavramını ikiye ayırabiliriz; birincisi fiziksel veya ölçülebilen zaman, ikincisi hissedilen zaman. Dakika, saat, yıl, yüzyıl gibi ölçülerle belirlenen birinci türden zamanın karşısında, ikinci tür zaman, beklerken insana uzun gelen, meşgul iken geçtiği fark edilmeyen zamandır. Tarihçiler çalışmalarında birinci türden zamanı tercih eder ve bunu silsile ve süreç/dönem olarak kullanırlar.[6] Yukarıda Barraclough ve Braudel’in yaptığı şimdiki zaman tanımları, zamanın süreç kabul edilerek yapıldığı tanımlardır. Şimdiki zamanı problemler ve uygarlıklar açısından tanımlayan bu tarihçiler, şimdiki zamanın başlangıcı olarak önerdikleri tarihlerle aslında, bugün içinde bulunduğumuz sürecin/dönemin başlangıcını belirlemiştir. Dolayısıyla, bu şimdiki zamanın başlangıcını Braudel in 18. yüzyıla ve Barraclough’un 1890′lara uzatmasına şaşmamak gerek.

Yakın dönem tarihinin ilgili olduğu zaman kesitini tayin etmeye çalışırken bizim ilgilendiğimiz-çoğu tarihçilerin ilgilendiği de budur-zaman silsile olarak kullanılan zamandır. Zaman Düz bir çizgi halinde ilerler ve tarihçi bu çizgi üzerinde olayları ilgili yıla ve zamana koyar. Tarihteki olayların, veya her hangi bir olayın, zaman ve mekandan bağımsız olarak gerçekleşmesi mümkün değildir. Bir olay mutlaka belli bir zaman içerisinde meydana gelir ve diğer olaylarla birlikte düşünüldüğü zaman öncelik sonralık/ardışıklık söz konusudur. Düz bir hat boyunca ilerleyen zaman çizgisini düşünürsek, bu çizgi üzerinde, devam etmekte olan, hemen önce, biraz daha önce ve çok önce olmuş bitmiş olayların bu sıraya göre ard arda geldiğini ve her birinin tek ve benzersiz olduğunu görürüz. Olayların bu şekilde dizilişi, bir yandan olaylar arasındaki sebep netice ilişkisini kurarken, diğer yandan da, bunları ayrı ayrı olaylar olarak sunar. O halde, olaylar ayrı ise bunların nitelikleri de aynı olmalıdır.


Bu durumlara sırasıyla birer örnek vererek düşüncemize açıklık getirebiliriz. İlk örneğimiz için zaman çizgimiz üzerinde yaşamakta olduğumuz 1998 yılını seçiyoruz. Uzak geçmişteki olaylardan birini, mesela 1839′da Tanzimat’ın ilanını hatırlayalım. Olayın üzerinden bir buçuk asır gibi uzun bir zaman geçmiş ve her türlü neticeleri yaşanmış bitmiştir. Hatta, üzerine benzer olaylar yaşanmıştır. Tarihçiler artık burada çekinmeden devreye girebilir ve Tanzimat hakkında yazabilirler.

İkinci örneğimiz için, zaman çizgimizde 1960 yılına gelelim ve bu yılda yaşamakta olduğumuzu farz edelim. II. Dünya Savaşı’nı (1939-1945) hatırlayalım. Savaş bitmiş ve üzerinden on beş yıl geçmiştir. Savaşın sonucu, kısa ve orta vadedeki neticeleri bilinmekle beraber, uzun vadedeki neticeleri henüz ortaya çıkmamıştır. Bu durumda konu hakkında yazma işini yine siyaset bilimcileri ve bazı yakın dönem tarihçileri üstlenir.

Zaman çizgimizin üzerinde biraz daha geriye atlayıp, 1946 yılında yaşamakta olduğumuzu farz edelim. Bu yılda II. Dünya Savaşı henüz sona ermiştir. Sonuç bilinmektedir fakat, bütün dünyayı etkileyen böyle büyük bir hadisenin kısa, orta ve uzun vadedeki neticeleri meçhuldür. Savaş bitmiştir fakat külleri henüz soğumamıştır. Dolayısıyla, ardından yazacak kişiler tarihçiler değil, genellikle siyaset bilimleri ile uğraşan kişilerdir.

Dördüncü ve son örneğimiz için 1990 yılını ve bu yılda Irak-Amerika arasında yapılan, Körfez Savaşı’nı hatırlayalım. Körfez Savaşı fili olarak bir kaç ayda bitmiştir. Fakat, Amerikan ordusu hala bölgededir ve içinde bulunduğumuz 1998 yılı başlarında bölgede yeni bir gerginlik yaşanmıştır. Bu durumda Körfez Savaşı�nın sona erdiğini söylemek mümkün müdür? Savaş hali devam ederken, savaş hakkında yazılabilir, fakat sonucu henüz belli değildir ve kısa, orta ve uzun vadede nelere yol açacağı şimdiden henüz bilinmemektedir. Bu nedenlerden dolayı, yazılanlar geçici olmak zorundadır. Tarihçiler genelde olay olup bittikten, külleri soğuduktan sonra yazmayı tercih ettikleri için, bu tür yazıları yazanlar daha çok, tarih kitaplarını koltuğunun altına alıp savaşa giden gazeteciler ve politika yorumcuları olur.

Bu örneklerden, geçmişteki olayların neticeleriyle birlikte bir bütün olarak anlaşılmasında ve hakkında yazılmasında zamanın ne kadar önemli olduğu görülmektedir. Dikkati çeken bir başka nokta da, örneklerin sonlarında belirttiğimiz, kimlerin belirtilen konularda yazmaya eğilimli olduğudur. Bu konuda yukarıda genel eğilimi yansıtan yakıştırmalar yapılmıştır, fakat, koyulan sınırlar kesin değildir, her zaman aşılabilir. Yukarıdaki örnekleri incelediğimizde, ilk örnekteki olay olup biteli yıllar olduğu ve bütün neticeleri yaşandığı için bunu sürecini tamamlamış tarih, son örnekteki olay hala süre gelmekte olduğu için bunu sürecini henüz tamamlamamış, oluşum halindeki tarih, olarak adlandırabiliriz. Bu özelliklerinden dolayı, ilkine ‘hakiki tarih’ ikincisine de ‘yakın dönem tarihi’ adlarını verebiliriz. Geriye kalan ikinci ve üçüncü örneklerin de yakın dönem sayılmaya uygun olduğu söylenebilir. Olaylar henüz bitmiştir veya biteli kısa bir süre olmuştur. Tarihçi bunları yaşamış ve kaydetmiştir. Bu tarih, yaşayan hatıraların ötesinde geçmişi yeniden inşa etmeye çalışan ‘hakiki tarih den farklıdır. Hayal etmek yerine hatırlamayı gerektirir. Bu tanım Barraclough’un yukarıda verdiğimiz tanımının özüne uygundur ve tarihi yaşadığımız güne kadar getirmemizi sağlar. Burada eksik kalan nokta yakın dönemi açıklamak için ne kadar geriye gitmemiz gerektiğidir. Bu iş bizi yaşayan hatıraların da ötesine götürür. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, Barraclough, bu konuda, günümüzdeki problemlerin ilk şekil aldığı dönemi gösterir ve, örneğin 1961′deki dünya olaylarının başlangıcı olarak 1890′ı en uygun tarih olarak verir. Bu durumda, yakın dönem tarihini çalışmak için, hakiki tarihin son devrelerine uzanma gereği hasıl olur.[7]

Bütün bu tanımlar ve sınırlamaları dikkate alarak aşağıdaki tartışmamızda kullanmak üzere yakın dönemin en uygun tanımını ‘tarihçinin yaşadığı dönemdir’ olarak belirleyebiliriz. Bu tanım çoğu kişinin hem fikir olabileceği geçici bir tanım bulma ihtiyacından kaynaklanmıştır ve esnektir.

Bu tanımı, tartışmamızın başlangıcı olarak kabul ettikten sonra, yakın dönem tarihini yukarıda bahsettiğimiz üç ana nokta etrafında tartışmaya geçebiliriz. Bunlar yakın dönem tarihçisi, yakın dönem tarihinin olayları ve kaynakları, ve inceleme metotları olup aşağıda sırasıyla ele alınacaktır.

YAKIN DÖNEM TARİHÇİSİ

Tarihçiler genelde, bir hadisenin üzeriden elli yıl-bu zaman, arşivlerin açılma süresi olan otuz yıla kadar da inebilir- gibi bir zaman geçmeden tarihinin yazılamayacağına, yazılırsa bu tarihin pek çok eksiklik ve yanlışlarla dolu olacağına inanırlar.[8] Bu inancın altında yatan nedenlerden biri hadisenin henüz oluşum halinde olması, yani kısa, orta ve uzun vadedeki tüm sonuçlarının henüz ortaya çıkmamış olmasıdır (bu noktaya yukarıda kısaca değinilmiştir, aşağıda yakın dönem tarihinin olayları kısmında ayrıntılarıyla ele alınacaktır). Tarihçilere göre daha önemli olan diğer neden ise, “olaya karışan şahısların halen hayatta bulunmalarıdır. Bu şahıslar hayatta ve iktidarda ise veya onların taraftarları iktidarda ise yalnızca onları övmeye yönelik tarih yazılacaktır”.[9] Bu arada da, muhaliflerin yergi dolu tarihler yazmaları her zaman mümkündür. Yazılan bu övgü ve yergi dolu tarihlerin ortak özelliği sübjektif, yanlı ve önyargılı olmalarıdır. Genelde tarihi çalışmanın her döneminde görülebilecek olan bu yanlılığın yakın dönemde artması. ve tarih yazımını etkilemesi, yakın dönem tarihçisinin yazdığı olayları yaşıyor olmasındandır. Yakın dönem tarihçisinin objektif olmasına en büyük engel olarak görülen, olayları yaşıyor olması durumu ve, objektif ve önyargılı düşüncelerin neler olduğu konusu aşağıda daha yakından incelenerek, bunların yakın dönem tarihçisini ne derece etkilediği ve sonuçta yakın dönemin tarihini yazmasına engel teşkil edip etmediği tartışılacaktır.

‘Hakiki tarihçi’ ile ‘yakın dönem tarihçisi’ arasındaki en önemli iki fark, hakiki tarihçinin tasvir ettiği olaylardan tecrit edilmiş ve bağımsız olması, yakın dönem tarihçisinin ise halen olayların içinde yaşamakta olmasıdır. Burada tecrit edilmişlik üzerinde durmak gerekiyor. Tarihçi, hâkiki tarihçiden bahsediyoruz, ‘tecrit edilmiş mükemmel bir insan’ değildir, yaşadığı zaman, yer, şartlar, ilgi, kültür vs.nin bir yaratığıdır. Tarihçi çağının insanı olduğu için, geçmişi ancak günümüz açısından inceleyebileceği ileri sürülmektedir.[10] Bunu kabul etsek bile, yakın dönem tarihçisinin paylaşmadığı bir tecrit, hakiki tarihçi için söz konusudur. Tarihçi anlattığı olayların bir katılımcısı değildir ve nedenleri daha ileri götürmeyi düşünmek, çünkü bu olaylar ve nedenler geçmişe aittir. Bunun tam aksine, yakın dönem tarihçisi, tecrit edilmiş seyirci değil, kaçınılmaz olarak olayların katılımcısıdır.[11] Körfez Savaşı’nı yaşamakta olan bir yakın dönem tarihçisinin, örneğin, bu savaşın yapılıp yapılmaması konusunda herhangi bir düşüncesi olmadan yazabileceğini düşünmek zordur. Standart tarih çalışmasının karakteristiği olan tecrit edilmişlik yakın dönem tarihçisi için mevcut değildir. Fakat geçmiş dönem tarihçisine ait olan bu avantaj ne kadar büyüktür ve tam anlamıyla ne ifade eder? Bu, yakın dönem hakkında yazarken, gerçek tarihi düşüncenin gerçekleşmediği anlamına mı geliyor? Bunlar cevaplandırılması gereken sorulardır.

Yakın dönem tarihçisinin yaşadığı olayları yazarken aynı zamanda aktör olduğu, hakiki tarihçi gibi olaylardan tecrit edilmiş bir seyirci olamayacağı düşüncesinde olan kişilerin görüşü özetle şöyledir: yakın dönem tarihçisi yazdığı dönemde yaşadığı için, tarafsız ve objektif olamaz, her türlü peşin hüküm ve sübjektifliğe açıktır, dolayısıyla olayların önyargısız bir versiyonunu üretmesi mümkün değildir. Buradan iki önemli nokta çıkıyor: “objektiflik” ve “önyargı”. İlk nokta olan ve burada bahsedilen objektiflik, tarih yazımında genelde söz konusu olan objektiflik değildir. Tarihçinin objektifliği konusuna yukarıda değinmiştik. Biraz daha açarsak, genelde, tarihçilerin değişik tarihi yorum tarzlarına sahip oldukları veya her tarihçinin kendi çağının ve bu çağın düşünce ikliminin mahkumu olduğu söylenir. Örneğin, günümüzde yaşayan bir tarihçi Osmanlıyı incelerken günümüzün kavramlarını kullanır. Bu da, günümüz insanının bakış açısını, geçmişe empoze ediyor anlamına gelir ve böylece onun yorumu daha öncekilerden farklıdır. Burada fark edilmesi gereken nokta, belirtilen faktörlerin geçmiş dönem tarihçisini etkilediğidir. O zaman, aynı faktörler için yakın dönem tarihçisini etkilemesin? Görüldüğü gibi bu tür bir tartışma, yakın dönem tarihçisinin meyil gösterebileceği peşin hüküm ve tercihleri ayırmamıza yardımcı olmuyor. Yakın dönem tarihçisi yaşadığı dönemden tecrit edilemez dediğimizde, aslında, fiziksel bir gerçeği, yani tarihçinin günümüzde yaşadığını ve anlattığı olayların şahidi olduğunu kastediyoruz Buradan yola çıkarak, tarihçi bu nedenle tarafsız olamaz dediğimizde ise “tecrit edilme” kelimesinin anlamını genişletmiş oluyoruz. Çünkü, tarafsızlıkla bağlantılı olarak düşünüldüğünde tecrit edilmişliğin anlamı, zihinsel bir durumu veya tutumu yansıtır. Bu durumda bizim sorumuz, geçmiş dönem tarihçileri ile karşılaştırıldığında, yakın dönem tarihçilerînin konularına ne kadar tecrit edilmiş bir zihinle yaklaşabilecekleridir. [12]

İkinci nokta olan önyargının anlamını netleştirmek gerekiyor. Önyargı nedir diye sorulunca cevabımız, duygu ve hislerin düşüncemizi etkilemesi olacaktır. Öyleyse, önyargısız düşünce, içinde duygunun yer almadığı düşüncedir. Ancak bu yeterli değildir. Örneğin, bir işe eleman almak gerektiğinde, bir adayı beğendiğimiz için diğerine tercih ederiz. Bu önyargılı olabilir. Fakat bu şahıs ile birlikte çalışmak zorunda olduğumuzu düşünürsek, kişisel beğeninin, kimin işe alınacağı konusunda karar vermede önemli ve ilgili bir faktör olduğu ortaya çıkar. Doğru kararlar almada bazı hisler ilgili, bazıları da ilgisizdir: önyargı ise hissin düşünce ve tartışmaya karıştırılması değildir, ilgisiz duygu ve hislerin düşüncemize tesiridir.[13]

Bunu kabul ettikten sonra, yapılacak ilk iş, ilgisiz duygu ve düşüncelerin, düşüncemize tesir edebileceği durum ve olayları ortaya çıkarmaktır. Kişisel menfaat ve çeşitli grup sadakati ve, bunlara bağlı olarak gelişen durumlar bunların en önemlileridir. Aynı derecede önemli olan bir başka konu ise, insanların düşüncelerinden önyargıyı sıyırmaya azimli olduğu durumları, veya bir başka deyişle, hangi durumların insanların hakikati bilmek ve gerçeğe ulaşmak için güçlü arzu duymalarına neden olduğunu ortaya çıkarmaktır. Bu iki konunun sorgulanması, yakın dönem tarihçisinin olaylardan tecrit edilmediği için büyük ölçüde zarara uğrayıp uğramadığı hakkında karar vermemizde yardımcı olacaktır.

Kişisel menfaat, bildiğimiz anlamıyla düşünürsek, büyük bir tehlike değildir, çünkü kolayca ayıklanabilir. Daha az belirgin olan, kişinin politik inançlar konusu ise, kişisel menfaatten daha yaygındır ve daha tehlikelidir, çünkü kişilerin bu tür inançlarını gereği gibi sorgulamasında isteksizliğe yola açar. Bu konuda en az belirgin görünen fakat belki de en önemli olan grup sadakatidir ve milliyetçilik burada ilk sırayı alır. Bu tür duyguların yakın dönem tarihçisinin, yorumunu etkileyeceği muhakkaktır. Savaş sırası veya savaş sonrası gibi, milli duyguların yükseldiği ve tarafsız yazmanın zor olduğu durumlar mevcuttur, fakat bu imkansız olduğu anlamına gelmez. Şimdi bunları, geçmiş dönem tarihçisinin durumu ile karşılaştırabiliriz. Kişisel menfaat, tarihçinin geçmiş hakkında yazdığından nadiren etkilenir. Ancak kişiler geçmişteki bir şahsı haklı çıkarmak için de yazabilirler. Günümüzdeki siyasi görüşlerin ise geçmişin tarihini etkilediğine dair örnekler bulmak zor değildir. Bazıları, sıradan insanlar veya idareciler ve devlet adamları ile ilgilenirler, bazıları da, hem geçmişi hem de şimdiyi açıklayan ve geleceği tahmin eden tarihin en iyi tarzı olduğunu söyler. Akademik tarihin bu tür önyargıların üzerine çıkması gerekir.[14] Milliyetçi önyargının tarih yazımına etkisi konusunda da durum büyük ölçüde aynıdır. Bu tür önyargı ile ilgili örnekler çoktur, fakat en iyi tarih yazıcılığının bundan uzak olması gerekir.[15]

Böylece, kişisel menfaat ve milli duygular konularında geçmiş tarihçisinin, yakın dönem tarihçisinden çok farklı bir konumda olmadığını görüyoruz. Ancak, her iki tarihçide de görülen, sınırlı objektiflik olarak ifade edebileceğimiz bu durum, yanlılığın meşrulaştırılması için neden olarak gösterilmemelidir.[16] Madalyonun diğer yüzüne gelince; mümkün olan insani tarafsızlığı başarmak ve önyargıdan kaçınmak için gerekli dürtülerin neler olduğu ve bunların ne kadar güçlü olduğunu ortaya koymak gerekiyor. Yakın dönem tarihini, akademiklerin dikkati ve saygısına değer, ciddi bir bilgi sahası olarak yerleştirmek isteyenlerin en büyük endişesi, bu dönem dünyasının tarafsız olarak çalışılabileceğini göstermektir. Onların asıl amacı, önyargıyı ortadan kaldırmak ve tam anlamıyla akademik çalışmalar üretmektir. Çalışmalarının, bilgili eleştirmenler karşısında, yalnızca bir görüş değil, tartışma olmasını isterler. Bu da, objektif olmaları için bir başka nedendir.

Yakın dönem tarihçisi için, geçmiş tarihçiyle karşılaştırıldığında zaafı olduğu iddia edilen bir başka nokta şudur; eğer tarihçi kendi şahit olduğu olayları yazıyorsa, kaçınılmaz olarak kendisi şahittir. Bunun aksine geçmiş tarihçi, bütünüyle başkalarının şahitliğine tabidir ve bunun üzerine kendi eleştirel bakış açısını getirir. Bu yakın dönem tarihçisi için hem avantaj hem de dezavantajdır. Avantajdır, çünkü halkın genel halet-i ruhiyesini doğru olarak yansıtabilir, dezavantajdır; çünkü kendi hatıralarının bağımsız bir değerlendirmesini yapamaz. İnsanlar kendi şahsi hatıralarını, başkalarından okuduklarının ışığında düzeltmeye isteksizdirler. Diğer yandan, yakın dönem tarihinin okuyucuları, olaylardan haberdar olan kişilerdir. Bu nedenle, yakın dönem tarihçisinin kendi şahsi görüşlerinin, halkın görüşünü temsil edip etmediğini kontrol etme imkanı vardır.[17]

Yakın dönem tarihçisinin olaylardan tecrit olma meselesi hakkında şunları söyleyerek tartışmamızı noktalayabiliriz; bu kendi başına objektifliğe engel değildir. Objektifliğe asıl engel, hangi şekilde kendini gösterirse göstersin, önyargıdır. Tarihçinin kendi yaşadığı dönemi yazmasında bazı tehlikeler var ise de, tarafsız olması için de güçlü saikler mevcuttur. Bu tür tarafsızlığı başarma yakın dönemi yazmada, geçmiş dönemi yazmadan daha zor olabilir fakat imkansız değildir.

Buraya kadar yaptığımız tartışma, yakın ve geçmiş dönem tarihi arasındaki farktan ilkiyle ve esas olarak da tarihçilerin tutumları ile ilgili idi. Şimdi de yakın dönem olayları ve kaynakları ile ilgili olan ikinci noktayı tartışmaya başlayabiliriz.

YAKIN DÖNEM TARİHİNİN OLAYLARI VE KAYNAKLARI

Yukarıda, tartışmamızın başında, geçmiş dönem tarihçisinin çalıştığı dönemin olaylarını hangi olayların takip ettiğini bildiğini, yakın dönem tarihçisinin ise, günümüze yaklaştıkça bundan daha fazla mahrum kaldığını belirtmiştik. Geçmiş olayları yazarken, takip eden olayları ve gelişmeleri bilmesi tarihçiye ne kazandırır? İdareciler ve devlet adamlarının gerçek niyetlerine dair daha kesin değerlendirmelerde bulunabilir. Olayların sonuçlarına dair bilgi, hiç şüphesiz, gerçekte neyin amaçlandığına dair değerli bir rehberdir. Fakat bu, olayların sonuçlarını analiz etmeden ve daha fazla sorgulamadan, bütün bu sonuçlar bu olayın neticesidir demek anlamına gelmez. Tarihçinin takip eden olayları bilmesindeki gerçek avantaj, onu sonuca otomatik olarak ulaştırmasında değil, sorular sormaya sevk etmesinde yatar. Gerçekte ne olduğu, olayların sonuçları ile sıkı sıkıya bağlıdır. Sonuçlar hakkında tam bilgimiz olunca, ancak o zaman neler olduğunu layıkıyla anlayabiliriz. Tarihçinin görevi geçmişteki insanları, onların kendilerini anladığından daha iyi anlamaktır. Bunun gerçekleşmesi için de tarihçinin takip eden olaylar hakkında bilgiye mutlaka ihtiyacı vardır.[18]

Geçmiş dönem tarihçisi/standart tarihçi bu durumda avantajlıdır. Örneğin, günümüzde Kurtuluş Savaşı üzerine yazan bir tarihçi sadece olayı değil, kısa ve uzun vadedeki sonuçlarını da bilir. Yakın dönem tarihçisi bu avantajdan mahrumdur. 1925 yılında Kurtuluş Savaşı’nı yazan yakın dönem tarihçisi hala olaya yakındır, kısa vadedeki sonuçlarını bilir, fakat standart tarihçinin uzun dönem bakış açısından yoksundur. Tam anlamıyla yakın dönemi yazıyorsa sonuçlar ve tesirlerden haberdar değildir, yalnızca olayı bilir. Eğer takip eden olaylara dair bilgi, olaylara yön veren idareciler, devlet adamları ve diğerlerinin politikaları ve niyetlerini daha iyi anlamamızı mümkün kılıyorsa, bu durum, bizim yalnızca ne olduğu ile değil aynı zamanda neden olduğu ile, yani tarihte izah ile ilgilenmemize yol açar. Takip eden olayları bilmesi tarihçiye, olayları izah etmede ne kadar yardımcı olur? Bir tek olayın bireysel olarak izahı söz konusu olduğunda tarihçi takip eden olayla ilgili bilgiye daha az bağımlıdır. Fakat tarihte izahı, olaylar arasında bağlantı kurarak yapmaya çalışır ve bir kaç olayı, aynı hareket ve politikanın parçası olarak görürsek, olaylar dizisindeki herhangi bir noktada takip eden gelişmelerden haberdar olamama hareket veya politikanın ne amaçla yapıldığını anlamamıza ciddi şekilde engel olur.[19]

Tarihçinin takip eden gelişmelere bağımlı olduğu bir başka nokta da, olayların önemini tayin etme konusundadır. Bir olayın önemi konusunda pek çok faktör etkilidir ve çoğu kişi bunun bir değer yargısı olduğunda hem fikirdir. Fakat tarihçiler arasında bir faktör geçerli görünmektedir. O da, bir olayın çok sayıda insanı etkilemesi ve geniş çaplı ve uzun vadeli sonuçlar doğurmasıdır. Dolayısıyla, Fransız İhtilali’nin önemli olduğunu düşünürüz, çünkü tesiri dünya çapındadır ve yaşadığımız yüzyıla ulaşmıştır.

Standart tarihçinin takip eden olaylar bilgisine bağımlı olduğu ve durumlar karşısında yakın dönem tarihçisinin durumu nedir? Önce, bir tek olay ve bu olayın tekliğini, benzersizliğini ortaya koyma ve bununla bağlı olarak da izahı konusunu tartışabiliriz. Yakın dönem tarihçisi bir tek olayı aydınlatmaya çalışırken, meslektaşı geçmiş dönem tarihçisini eder ve yalnızca ne olduğunu değil, niçin ve ne zaman olduğunu ve neden bu halde gerçekleştiğini bulmaya çalışır. Bir tek olayı aydınlattıktan sonra, bu olayı bir dizi olayların, bir hareketin parçası olarak görmek gerektiğinde, yakın dönem tarihçileri problemlerle yüz yüze gelirler. Tarihi bir izah tarzı olarak, olaylar arasında bağlantıların kurulması ilk olarak W.H. Walsh tarafından öne sürülmüş ve yakın dönemden bir örnek verilmiştir.[20] Walsh, Hitler saldırısının savaştan önceki değişik aşamalarını, aynı politikanın kısımları olarak görmüştü. Böylece, Hitler’in 1936′da Rhineland’ı 1938′de Anschluss’u ve ardından Çekoslovakya’nın bir kısmını, daha sonra da tamamını işgalini, bağlantılı bir hareket ve bir tek politikanın kısımları olarak değerlendirmişti.[21] Bu noktada bir zorluktan söz etmeliyiz. Her şey tarihçinin yazdığı olaylar dizisindeki kesin bir noktaya bağlıdır: böyle bir olaylar serisinin başında, ortasında veya sonunda yazıyor olabilir. Bu konumların her birinde bulunan tarihçinin olayları değerlendirmesi farklı olacaktır. Bu durumda olan yakın dönem tarihçisi, geleneksel tarihçinin takip eden olaylara dair bilgisinden aldığı yardımı, tahminden alacaktır. Eğer yakın dönem tarihçisi tahminde bulunmazsa yüzeysel kalır ve kronikçiden öteye gidemez. Bu söylediğimiz bir tek olayı açıklamak için geçerlidir. Eğer tarihçi, bir hareket, akım ve devam ede gelen politika keşfetti ise yine tahminde bulunmak zorundadır. Olaylar arasında bağlantı kurma sürecinin daha sonra geliştirilmiş hallerinde, örneğin, başlangıçta niyet edilmemişse bile, belli bir sürece veya gelişmeye katkıda bulunan olayları bir arada guruplamada her şey tahmine dayandığı için, yakın dönem tarihçisi büyük ölçüde özürlü durumdadır.[22] Örneğin, 1979 Kuzey Kıbrıs Harekatı ve ardından Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kuruluşu, adanın Türkiye ile bütünleşmesinde birer aşama mıdır? Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ortaya çıkan Türk devletleri, gelecekte kurulacak olan bir “Türk Devletler Topluluğu”nun bir aşaması mıdır? Bu soruların cevaplan hakkında tahminde bulunmadan, günümüzde bu konularda yazmak mümkün değildir.

İkinci noktamız olan olayların önemini tayin etmeye gelelim. Bu konuda geleneksel/standart tarihçinin sonraki gelişmelere dair bilgisini değerlendirmeye kattığını öncelikle belirtelim. Bütün tarihçiler, hangi ölçekte yazıyor olurlarsa olsunlar seçim yapmak zorundadırlar. Kendilerine seçimlerini hangi kriter üzerine yaptıkları sorulduğunda, çalıştıkları dönemde ‘önemli’ buldukları olaylan ve faktörleri seçtiklerini söylerler. Bir olayın önemli sayılması için değişik faktörlerin etkili olduğunu, tarihçilerin, çok sayıda insanı etkileyen ve uzun vadeli sonuçlar doğuran olayları önemli olaylar kabul etmede hemfikir olduklarını yukarıda belirtmiştik. Yakın dönem tarihçisi olayları seçerken, geçmiş üzerine çalışan tarihçiden çok daha büyük problemlerle karşı karşıyadır. Bunlar, yakın dönemdeki belge bolluğuna ek olarak, artık birbirine bağımlı ülkelerden oluşan bir dünyada yaşamakta olduğumuz gerçeğidir. Buradan yola çıkarak bazıları yakın dönemin dünya ölçeğinden daha küçük ölçekte çalışılmasının tatmin edici olmayacağını savunurlar. Bu görüşün doğruluğu tartışılabilir ve millî devlet var olmaya devam ettiği sürece tarihi birim olarak çalışılmaya devam edileceği öne sürülebilir. Her iki durumda da, bizim tartışmamız açısından yakın dönem tarihçisinin ne önemlidir, ne dahil edilmeli ne atılmalıdır, neler vurgulanmalıdır konularında büyük bir ayıklama, seçme problemi vardır. Oldukça zor olan bu problemin üstesinden gelmek için tarihçi geleceğe yönelik tahminlerde bulunmalıdır. 1950 yılında Almanya’nın ikiye ayrılışını yazabilir. Bu önemlidir çünkü bölünmüş bir millet istikrarsız durum yaratır, gerginliğe yol açar, savaşa neden olabilir. Bütün bunlar gelecek sıkıntıların tahminidir.[23] Orta Doğu’da suyun problem haline geleceği, petrol yerine su için savaşılacağı da yine gelecek hakkında yapılan bir tahmindir. Tarihçinin bu tür olayları seçmesi ve önemli olarak kabul etmesi, durumun gelecekteki ihtimalleri dolayısıyladır.

No comments:

Bu yazıya Not Ver !